Kayıp eşya memuru ve 1 Mayıs yönergelerinden ve de sevgili yazı arkadaşımın pek manidar bir cümlesinden çıkan bir 1 Mayıs öyküsü.
Tüm kayıplar ve tüm umutlar için...
KAYIP
‘Tarif et’ dedi memur, ‘neye benziyordu’.
‘Herkesinki gibiydi işte’ dedim, ‘bilirsiniz ya’.
‘Böyle bulunmaz ki’ dedi adam, ‘binlerce benzerinin arasında’.
Sonra saatine baktı, uzaklara baktı, bir şeyler hesapladı zihninde. Öğlen
arasında ne yiyeceğini, ne kadar süresi olduğunu düşündü olasılıkla. ‘Tamam’ dedi,
‘siz burada bekleyin, biraz detay hatırlamaya çalışın, bulunmasını
kolaylaştıracak her şeyi not alın, önemli, önemsiz hepsini’ diyerek bana bir
not defteri ve kurşun kalem uzattı.
‘Ben şimdi çıkıyorum, yarım saate dönerim. İsterseniz
çıkmadan size bir çay söyleyeyim’ diyerek cevabımı beklemeden odacıyı çağırdı.
Odacı göbeğini kaşıya kaşıya, ayağını sürüyerek kapıda belirdi.
‘Buyur’ dedi küfür der gibi.
‘Hayırdır İsmet Efendi, ne bu afra tafra’ diye sordu memur.
‘Bugün 1 Mayıs, bizim bayram olur’. ‘Ne bayram, ne bayram’
dedi sonra dişlerinin arasından.
Memur ‘ haydi İsmet Efendi, bırak bu bozguncu konuşmaları da
hanıma bir büyük çay getir, ben çıkıyorum’ dedi.
1 Mayıs, 1 Mayıs diye yineledi zihnim benden bağımsız. Bir
şey hatırlamaya çalıştı, ben de onu izledim. Dolanıp durduk afişlerin,
pankartların, meydanların, kalabalıkların etrafında ama aradığımızı bulamadık.
Eğer bugün onu kaybetmemiş olsaydım daha kolay bulurduk aradığımızı, o
benimleyken her şey daha açık görünürdü çünkü. İlk defa kaybetmiyorum onu, her
zaman savruk biriydim. Orada burada bırakır, unuturdum ama hep bulurdum. Ama bu sefer farklı, her yere baktım, olabilecek her yere, yok.
Yok.
Not defterini elime aldım. Tüm gücümle odaklandım. Memurun
dediği gibi bütün detayları hatırlamaya çalıştım.
Büyüklüğü…
Neydi büyüklüğü. Elim kadar, yok, yumruğum kadardı. Öyle miydi
gerçekten. Bazen ne kadar büyür, genişlerdi oysa, dünyayı içine alabilecek sanırdım. Bazen de sıkışır, daralır,
cılızlaşırdı.
O zaman büyüklüğü, değişken, diye yazdım.
Rengi peki.
Kızıldı galiba, sağlıklı olduğu zamanlarda. Ama karardığı da
çok olmuştur. Ve bazen taş rengi olurdu, taş olurdu belki de.
Yani rengi de değişken.
Sesi…
Sesi, sesi. Bir ritmi vardı çoğu zaman, çoğu zaman da yoktu. Bu da ne demek, var mıydı yok muydu. Olmalı mıydı.
Saat gibi.
Saat gibi değildi. Bazen çok sessizdi. Bazen de ne gürültücü,
kulaklarımı doldururdu uğultusu.
Sesi saat gibi değildi, diye yazdım not defterine.
İsmet Efendi’nin somurtkan yüzü belirdi kapıda. Masaya doğru
bakıp ‘demli mi geldi’ diye sorunca hemen bardağı tuttum, buz gibi olmuştu.
‘Dalmışım’ dedim İsmet Efendi’ye.
O hiçbir şey söylemeden bardağı aldı, yenisini ister miyim
sormadan, mırıldanarak çıktı.
1 Mayıs, 1 Mayıs diye yineledi zihnim tekrar.
Bir kapı yumruklandı zihnimde.
Kapı açılınca bir kalabalık.
Birini taşıyorlar, yüzünü seçemiyorum.
Yüzü bir şeyle kaplanmış, kızıl kızıl. Yol yol kurumuş
kızıllık.
Geceliğimin içinde ürperiyor incecik bedenim.
Yüzünü seçemediğim bu adam babamın giysilerini giymiş.
Annem yerde oturuyor hiç konuşmadan.
Herkes çok sessiz.
(Saat gibi değil sesi, sesi yok şimdi.
Yumruğum kadar büyüklüğü, kararmış çocuk yumruğum.)
Babamın giysilerini giymiş adamı yere bırakıyorlar, öylece
hemen kapının önüne.
Ayakkabısının teki yok, çorabının baş parmağı delik. Babam
kadar ince bu adam. Kaba siyah kumaştan pantolonun kemeri sondan bir önceki
deliğe takılı. Mavi gömleğinin sıvanmış kollarından incecik kemikleri
görünüyor, aynı babamınkiler gibi. Boynunda iyice çıkıntı yapmış adem elmasına,
altındaki çukurda kurumuş kızıllığa bakarken düşünüyorum; kim bilir kaç kez babamın
boynundaki çukura işaret parmağımla dokunmuş, o konuştukça titreyen parmağımla
dinlemiştim söylediklerini. Sanki hep sevinçli şeyler anlatırdı, hep aydınlık,
umutlu. Oysa yerde yatan adamın boynundaki çukur karanlık bir kuyu gibi.
Çıt çıkmıyor hala kimseden. Babama benzeyen adamın nasıl
olduysa durmamış kol saatinin tik takları duyuluyor. Tik takların az ilerisinde
sıkılmış bir yumruk, öyle sıkılmış, kaskatı. Annem emekleyerek adamın yanına
geliyor. Aynı babamınkiler gibi incecik olan parmaklarını açmaya çalışıyor bir
bir. Yapamıyor. Belki de incitmekten korkuyor adamı. Yanına uzanıyor sonra,
elini göğsüne koyuyor adamın. Aynı babamınki gibi gömlek cebinde bir kurşun
kalem var onun da. Annem kalemi okşuyor. Gözlerini kapatıyor. Uyuyor mu, ne
kadar kalıyor yerde, adamın yanında, ben ne kadar izliyorum onları, kalabalık
ne zaman çekiliyor bilmiyorum.
Onu ilk defa orada, babamın giysilerini giymiş adamla annem
yerde yan yana yatarken kaybediyorum. Ağlamıyorum, konuşmuyorum günler, haftalar
boyunca. Yeşil örtülü bir kutuya koyuyorlar adamı, yanık sesler, inlemeler, kalabalık,
polisler, komşular, kalabalık, taşınan tencereler, yemekler, önüme konan
tabaklar, başıma dokunan eller, kalabalık, annemin elinde bir kurşun kalem,
sesler, bulanık görüntüler.
Ben orada değilim.
Ben orada değilim çünkü onu kaybettim. Babamı ve onu
arıyorum sonra hep. Babamdan iz yok ama onu bulup bulup kaybediyorum
defalarca. Adamlarda, meydanlarda, odalarda, okullarda, kafeslerde düşürüyorum,
bırakıyorum, veriyorum onu bazen, bazen de sökerek alıyorlar. Ama hep buluyorum
nasılsa. Buluyorum umulmadık yerlerde. En son gece yarısı çöp kutusundan önüme
fırlayan bir kedinin ağzındaydı. Beni görünce usulca önüme bıraktı onu
ve gecenin içinde kayboldu.
Peki bu kez nerede? Her yere baktım, her köşe başına.
Sabahlara kadar yürüdüm şehrin sokaklarında, gözüm başıboş köpeklerde,
kedilerde, duvar diplerinde.
Yok.
İçim taştı çaresizlikle, elimdeki kurşun kalemi ikiye böldüm.
Parmağıma bir kıymık battı, ağladım.
Ağlıyorum. Babam kucaklıyor beni. Elimden, kendime oyuncak
yapmaya çalışırken kenarı ile parmağımı kestiğim konserve kutusunu alıyor. Elimi
yıkıyor, sonra sıkı sıkı sarıyor yarayı. Beni kucağına oturtup parmağımı
boynundaki çukura koyuyor, bir şarkı söylemeye başlıyor. Zonklayan parmağım
titriyor, parmağımdan önce 'o' iyileşiyor.
Kıymık batmış parmağımı boynumdaki pek de derin olmayan çukura
koydum. Yazık, babamın söylediği şarkıyı hatırlamıyorum. Uydurduğum bir şarkı
söyledim ben de. Göğsümde bir tik tak duydum sonra, bir sıcaklık yayıldı
damarlarıma. Yumruğum kadar bir yer sızladı içimde ince ince, sonra büyüdü, genişledi,
genişledi, sanki tüm şehri içine aldı, şehrin tüm meydanlarını, sevinçli bir
şeylere inanan tüm kalabalıkları, tüm kayıpları ve tüm umutları.
İsmet Efendi kıpkırmızı bir bardak çayla belirdi kapıda.
Memur girdi aynı anda içeri. Bir yandan ceketini çıkarırken bir
yandan da sordu;
‘Ee, yazdınız mı her şeyi?’
‘Buldum memur bey’ dedim.
‘Buldum aradığımı, hacet
kalmadı’.
1
Mayıs 2021
Yorumlar
Yorum Gönder