VADİ
Dedem Edip Batmaz için...
Neredeyse bir ömür sonra geldiğim vadinin yaratıcısı Kelkit Çayı’na daldırdığım ayaklarımın fotoğrafını çekiyorum cep telefonumla. Böylece döndüğüme bir kanıt, yeniden burada olduğuma bir şahitlik arıyorum. Oturduğum kaya su ile çevrili, ıssız bir adadaymışım gibi yalnız kendimleyim. Uzaklardaki hayat belirtileri, araç sesleri, makine uğultuları, seslenmeler suyun sesini geçip bana ulaşamıyor. Yansımaları, kimi yerde hızlanan, kimi yerde bir ayna gibi durgunlaşan suyu izliyorum. Suretim yalnız bulanık renk geçişleri yaratıyor yüzeyde, kendimi göremiyorum. Kıvırdığım pantolonumun paçasına su değdikçe ıslaklık yukarı doğru ilerliyor, bacaklarım ağırlaşıyor. Barajların insafı ile bir bırakılıp bir dizginlenen çayın şimdi kuru olan yatağından topladığım, çocukken kıra kıra bilye yaptığımız yumuşak kırmızı taşlardan var cebimde. Oturduğum kayaya vurup parçalıyorum kızıl taşları, parçaları suya fırlatıyorum. Kardeşimle, taşları belirlediğimiz hedeflere atışlarımızı, saatlerce suyun gürültüsüyle kulaklarımız uğul uğul olana dek bu kıyılarda oynadığımız oyunları düşünüyorum. Bu çayın yamacından ayrılamayışımız, her boşlukta bu deli suya gelişimiz, adeta çekilişimiz çocukluğumuzun özetiydi sanki, bizi bu su büyütmüştü.
Ama suya emanet edilmeden önce anam vardı.
Ben sekiz, kardeşim beş yaşındaydık. Kelkit’in gürül gürül aktığı vakitlerdi, bendlerin, barajların henüz var olmadığı, gaz lambası, ocaktaki alazın aydınlığı, ay ışığı, yıldız ışığı ve yüreğimizdeki ışığın geceleri aydınlatmaya yettiği bir zamanın içindeydik. Anam ayın Köse Dağı’nın ardından, dağın heybetiyle yaraşır büyüklükte doğduğu mavi gecelerde, geç vakitte çayın iki yakasının birbirine birkaç adımla aşılabilecek denli yaklaştığı, Alaca Boynu dediğimiz yere gelir, karşı kıyıdan seslenirdi. Seslenmesi gür suyunun sıkıştığı bu dar boğazda çağıldamalar, gürlemelerle akan, altına girdiği kayaları sert tokatlarla döven deli çayın sesini zor bastırırdı. Ama kardeşimle bu sese hasret kulaklarımız böyle gecelerde, ava çıkmış yaban kedilerinin kulakları gibi en duyulmaz sese açık olurdu. Zaten, ay gebe bir kadın gibi şişmeye başladığında kardeşimle yan yan yattığımız yer yatağında uykulara dalamaz olur, tetikte beklerdik. Rüzgarın, suyun, geceleri mesken tutan türlü varlığın sesleri arasından anamızın sesini seçtiğimizde kimseleri uyandırmadan kalkar, her daim iki kuru giysi sakladığımız heybeyi alır, gıcırdayan kapıdan değil, sürgülü pencereyi ancak sıska bedenlerimizin sığacağı kadar aralayarak, buradan bahçeye süzülürdük. Birkaç temkinli adımdan sonra, özlem yüreklerimizden boşalır, isimlerimizin bizi çağırdığı yere doğru dizginsiz bir koşu tuttururduk. Çayın kıyısına kadar olan kısa koşumuzda içimizden taşan sevinçle, yakalanmanın, cezalandırılmanın korkusu harman olur ama yarı yolu geçince yalnız sevinç, yalnız sevgi kalırdı göğüs kafeslerimizde. Anam bizi uzaktan görür görmez ağır bir taşa bağladığı kalın urganı karşı kıyıya atardı. Hep tek seferde başarılan bu güç işe o vakitler hiç şaşmazdık. Bu taşın her seferinde konduğu aynı nokta evrenimizin merkezi, urgan da anamızda biten göbek bağımız, başlangıcımızdı. Önde kardeşim, ardında ben, hiç beklemeden suya girer, ipe tutuna tutuna kimi yürür kimi yüzerek karşı kıyıya geçerken suya değil, anamızın hasretle dolan gözlerine bakardık. Anamın Kelkit’in bu yanına geçmesi yasaktı. Babam, babamın babası, büyük amcalarım ve sülalemizin tüm büyük erkekleri tarafından konmuş büyük yasağın nedeni evdeki küçük anamızın varlığı idi. Bir yaz akşamı, atına atlayan dedemin, Köse Dağ’ın yüksek yamaçlarında, ormana sırtını yaslamış, sert insanlarıyla bilinen Dağyaka Köyü’ndeki bağlarından kaçırdığı küçük anamın bu işte hiçbir kabahati yoktu. Dağyakalıların öz anamın köylüleri ile kan davalık olmasında ise kimin kabahati vardı, en yaşlılarımızın bile pek hatırlayamadığı, küçük topluluğumuzun tarihinde karanlık bir noktaydı bu. Küçük anama kızmak hiç aklıma gelmezdi, gencecik, taptaze güzelliği içimi aydınlatır, yanından her geçişimde aldığım dağ kekiği, hayıt, ıhlamur kokularını derin derin içime çekerdim. Sevecen, ılık, hamarat ve bir o kadar da yaşamın zevklerine açık bu genç kadını yürekten severdim. Babamsa ona aşıktı, ruhunun barometresi karısının ruh hallerine ayarlıydı yalnız. Küçük anam da da bu ilginin farkında, bazen mahcup, bazen işveli karşılık verirdi bu aşka. Bu sonuna kadar insani, sıcak, ve doğal olgu karşısında neden bizim ve anamızın ayrı düşmek zorunda olduğu, niye böyle bir bedel ödediğimizi o vakitler hiç anlamazdım. Şimdi, bir ömür sonra, aşkın da kavganın da şiddetinden geçmiş, bu toprakların sessiz düğünlerine de, ağıtların yetmediği cenazelerine de tanık olmuş yüreğim hala bu zulmün karşısında, reddinde can buluyor. Babamın ateşli aşkının diyeti anamın gitmesiydi. Bizim, babalarının hayattaki temsilcisi sayılan iki oğlanın kalması ise herkesin gözünde olması gerekendi, nasılsa çocuklar alışır, unuturdu.
Unutmadım. Ruhum içinden deli bir çayın aktığı derin, zamanla daha da derin yarılmış bir vadiye döndü. Ben içimde akan suyu yavaşlatmak için bozkırlarda yaşadım, ırmaklardan, denizlerden uzak, kardeşim uzun yol şileplerine yazılıp okyanus çalkantılarında gezindi.
Şimdi vadide yavaş yavaş gün akşama dönüyor, kararan sudaki yansımalara pembeler, turuncular karışıyor. Bu gece dolunay var, birazdan Köse Dağ’ın arkasından yükselecek. Buruşmuş ayaklarımı sudan çıkarıyorum, cebimde kalan ufak taş parçalarını suya bırakıyorum. Kıyıya sıçrayıp hala sıcak olan taşlarda ayaklarımı ısıtıp, çoraplarımı, ayakkabılarımı giyiyorum. Pantolonumun ıslak paçalarındaki katları kurumaları için açıyorum. Güneş artık tamamen kayboldu, ortalık şimdi daha sessiz, serin. Yüzüm dağa dönük, ılık taşlara oturuyorum. Bekliyorum, bir ömür bütün beklemelerimin beni aynı özlemle kavurduğunu şimdi çok iyi bilerek bekliyorum. Anamın ölümünün üzerinden geçen onca yıl her dolunayda beklediğim gibi bekliyorum. Kardeşimle anamın gelmediği ilk dolunayda beklediğim gibi bekliyorum. On yaşında olmama rağmen ölümü anlamayı reddederek anamdan sonra aylarca her dolunayda Alaca Boynu’nda beklediğim gibi bekliyorum. Yıllardır her dolunay bir yaban kedisi gibi tetikte, gecenin türlü sesiyle bölünen uykular uyuyorum, her dolunayda bozkırın ortasında gürüldeyerek akan bir su duyuyorum.
Gümüş bir yay gibi belirdi ay dağın arkasında, sonra hızla şişti, büyüdü. Vadi gündüz renklerinden soyunup, kalaylı bir güzellik giyindi. Bu yalın görkemin karşısında boğazım düğümlendi, yüreğim genişledi. Şimdi iyice ıssızlaşmış bu coğrafyanın insana rağmen nasıl parladığını, çağıldadığını, cıvıldadığını, bir yerden fışkırıp bir yere dökülen, bir başkasına karışan bir suyun bir sınır olmayı nasıl da umursamadan aktığını düşündüm.
Yanımda getirdiğim urganı ağır bir taşa bağladım, üç denemeden sonra karşı kıyıya atabildim. Eşyalarımı, yanımda getirdiğim sırt çantasına koydum, çantayı sırtıma taktım. Belimi az aşan sudan ipe tutunarak karşı kıyıya geçtim. Arkamdan vuran ay ışığının yarattığı gölgemi izleyerek otobana çıkan şose yola tırmandım.
(Yazıdaki karakterler ve olaylar kurgudur)
Yorumlar
Yorum Gönder